ÖNEMLİ DUYURU!

DİKKAT!
* Korku18.blogspot.com sitesinin içeriğinde korku, vahşet ve aşırı şiddet bulunmaktadır!
* Bu siteye girmek için 18 yaş üstünde olmanız gerekmektedir!
* Siteye girmek için herhangi bir tıbbi rahatsızlığınızın bulunmaması gerekir! (Kalp,hamilelik,mide bulantısı vs.)
* Site içerisindeki materyaller kişilerde psikolojik ve ruhsal bozukluklar yaratabilir!
* Site içerisindeki materyaller kişilerde şok etkisi yaratabilir!
* Site içerisindeki materyaller sizleri şiddete götürebilir!
* Tüm bu uyarılara rağmen doğabilecek tüm problemlerden korku18.blogspot.com sorumlu tutulamaz!

18 Haziran 2009 Perşembe

Kurtlar vadisi

Kurtlar vadisinin en konuşulan bölümlerinden tartışmasız. Polat'ın Cerrahpaşalı Metinin kafasını kesmesi.



Paylaş

Optimizasyon ;
Kurtlar vadisi, kurtlar vadisi kafa kesme, kurtlar vadisi pusu, kurtlar vadisi izle, kurtlar vadisi polatın kafa kesmesi, kafa kesme izle, kurtlarvadisi izle, kurtlarvadisipusu, kurtlar vadisi video izle, kurtlar vadisi bölümleri, kurtlar vadisi kafa kesme bölümü

13 Haziran 2009 Cumartesi

Yeniler

Hala babamı yedikleri günün kabuslarını görüyorum. “Yeni” lerden birisi, bir somun ekmeği tutar gibi, kocaman elleriyle babamın bedenini iki yanından tutmuş, başını ağzına götürmeye çalışıyordu. Babamın faydasız yumrukları yeninin ağız kenarına ve gözlerine çarpıyor fakat yaratığın fikrini değiştirmiyordu.
Kocaman ağzına babamın kafasının neredeyse tamamı sığmıştı ki çığlıklar başladı. Çene yavaşça kapanırken kafatası kabuk gibi ezilmiş ve beynin bir bölümüyle beraber ayrılmıştı. Debelenen vücut birden kasılmış ve ilginç bir pozisyonda sabit kalmıştı; o an bunu yüzmeye çalışan bir kurbağa hareketine benzetmiştim. Tuhaf…

İlk yeniyi, aptal bir bilim adamı aldı üsse. O güne kadar, kilitli kapılarımızın ardında, inleyen seslerini duyar ve bizden uzak olduklarını düşünerek avunurduk. Ama o kilitleri açtı ve birini içeri aldı, generalin tüm engellemelerine rağmen. Erenler bu konuda isteksiz davransalar da (keskin hislerini asla dışa vurmazlardı) bilim adamının yalvarmalarına cevap verdiler ve üste bir yeninin kontrol altında tutulmasına geçici olarak göz yumdular.

Ben ve diğer çocuklar, kafesin ardındaki bu garip şekilli oluşumu izlemek için can atardık. Bazen elimizdeki kuruyemişleri verir ve kocaman ağzında öğütüşünü hayret dolu gözlerle izlerdik. Bilim adamı, ona bu kadar yaklaşmamızı hoş karşılamazdı; biz bunu bir tür kıskançlık olarak yorumlardık.

Erenler, bazı geceler, tüm halkı toplayarak bu üssü nasıl kurtardığımızı anlatırdı. Böyle gecelerde annemin dizlerine başımı koyar, erenin ellerini kollarını savurarak daha da korkunç hale getirdiği kıyım hikayelerini, kimi kez yüzümü annemin avuçlarına saklayarak dinlerdim. Babam, eski şerefli günler diye söz ederdi bu zamanlardan. O zamanlar ki altın devrimizi yaşamıştık ve kilitli kapılara ihtiyaç duymayacak kadar güvendeydik. Eskiyi hatırlamam için bu öyküleri dinlememi ve feyz almamı isterdi.

Fakat gerçekçi olmak lazımdı. Şimdi başka bir devirde yaşıyorduk ve hatta bir yeniyi besliyorduk. Bilim adamı yenilerden korkmamamızı söylüyordu fakat bu tavrı onun mahkemeye çıkarılmasını engellemedi. Mahkemelerimiz vardı, evet, erenlerden biri kararı bildirir ve ceza ne olursa olsun mahkemeye arkasını dönerdi. Bu, mağdur olanlar veya kendini mağdur hissedenler için iyi bir fırsattı. Suçludan intikam almanın değişik yolları vardı. Benim de zevkine katıldığım bu toplu saldırı olayları kanlı olduğu kadar akla hayale gelmeyecek kadar iğrenç de olabiliyordu. Eren arkasını döndüğünden kimin ne yaptığını görmüyordu, böylece bir çok tanıdığını suçlama zahmetinden kurtuluyordu. Her neyse, zavallı bilim adamı…

Sonra herşey bir anda oldu. Yeniyi dışarıya bıraktığımızın üzerinden yıllar geçmişti. Önce kulaktan kulağa dedikodular yayıldı. Kapıların kırıldığından veya bizzat açıldığından bahsediliyor, kenar mekanlarda insanların parçalandığından veya tecavüze uğradıklarından bahsediliyordu. Biz korunaklı bir bölgedeydik ama anlatılan korkunç hikayeleri duydukça geceleri uyuyamaz olmuştuk. Sonunda erenlerin en yaşlısı bizi topladı ve yaşlı gözlerle her şeyin bittiğini itiraf etti. Zaman kaybetmeden tası tarağı toplayıp evi terk ettik. Komşularımızın hayvanları vardı fakat taşıyamadıklarından (ve zaten çok çocuklu olduklarından) bazısını biz aldık. Hayvanlar bizim gibi etçiller için kolay besin anlamına geliyordu.

Herkes teker teker öldü. Yeniler çok güçlüydüler, elleri ve ağızları bizden daha büyüktü. Bunu fark ettiğimde bizi ele geçirmişlerdi. Annem ve kız kardeşim çığlıklar atıyordu. Babam sessizdi ama gözlerinde deli bir bakış vardı. Köpek gibi korktuğunu biliyordum, yenilerden herkes korkar. Sonra o kararı verdik. Halen düşündüğümde, bunun çok yanlış bir şey mi, yoksa hayatımızı kurtarmak için bir özveri mi olduğuna karar veremiyorum. Tutuklu olduğumuz bir gece babam beni karşısına aldı ve reddedeceğimden çekinircesine düşüncelerini aktardı. Hemen kabul ettim. Biz anlaşma yapıp onları geride bıraktığımızda, annem ve kız kardeşime neler yaptıklarını bilmiyorum.
Sonuçta yalnız kaldım, erzağım bitmişti ve babam da gitmişti malum. Günüm gecem birbirine karışıyordu, kabuslarımın gerçek olduğunu düşünüyordum ya da bir kabusu yaşadığımı. Beton sokaklarda ve terkedilmiş mekanlarda bulduğum sıska hayvanlar ilk yiyeceklerim oldu. Fakat her zaman iyi et bulamıyordum. O kadar açtım ki lağım fareleri sıradaki menüme dahil oldular. Sıçan bulamadığımda hamam böcekleriyle öğünü geçiriyordum, hem onlardan her yerde vardı. İşte o günlerde ona rastladım.

Benim yaşlarımda bir kızdı. Yalnızdı ve ailesini kaybetmişti. Tek başına olmaktansa iki kişi olmak her zaman daha iyidir. Birbirimize sarılıp bir müddet mutluluktan ağladık. İsmini sormadım bile. O da başıma gelenleri sormadı, her şey tahmin dahilindeydi nasılsa. Beraber yaptığımız sonsuz gibi gelen yolculuklarda yolları ve şehirleri aştık. Bazen yemek buluyorduk bazen aç yatıyorduk. Böyle bir durumda açlık en büyük sorundu. İçim yırtılıyordu sanki. Göbeğim sırtıma yapışmış, kemiklerim ele gelir hale gelmişti. Bazı geceler korkunç bir sırt ağrısıyla uyanıyor ve bir yemek için uluyarak ağlıyordum. O ise daha zayıftı. Açlıktan çılgına döndüğünde bok yemekten söz ederdi, henüz o kadar umutsuz olmadığımızdan bu isteğini ötelemesi gerektiğini söylüyordum.

Geceler soğuk olmaya başlamıştı. Birbirimize sarılıp yatıyorduk. İkimiz de çocuktuk fakat benim uzun zamandır organım sertleşiyordu. O da bazı geceler bunu hissediyor ve uykusunda gülümsüyordu. Memeleri dikti ve organı çok ama çok güzel kokuyordu. Böylece düzüşmeye başladık. Bazen o kadar sık yapıyorduk ki, açlığımızı bile unutuyorduk. Nihayet uzun zamandır bize uzak olan umut belirdi ve bir gün bana kanamasının olmadığını söyledi.

Karnı gittikçe büyüyor ve biz korkunç bir umutla bekliyorduk. Bazı geceler, yenilerden birinin bebeğin kokusunu alabileceğinden korkuyordum. Böyle zamanlarda endişe aklıma çılgınca fikirler sokuyor, hastalıklı bir halde bebeğe bir an önce kavuşsam mı diye düşünüyordum. Sonuçta biraz daha sık ve hayvani düzüşmeye başladık ve son defasında kanaması geçmedi. Bekleyen gözlerle izledik ve kız birkaç kasılmayla henüz oluşmamış bir yaratığı dışarı attı. Sanırım 3-4 ay olmuştu; çocuk bedeni gebeliği daha fazla sürdürememişti. Bizim istediğimiz de buydu zaten. O gün hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Ben bir ateş yaktım. Kız, dölünü ve plasentayı bir seremoni havasında iki eşit parçaya böldü. Çok özel bir gün olduğu için bu defa yemeğimizi pişirdik ve birbirimize suçlu bir huzurla bakan gözlerle hızla bitirdik. Karnımız doyduğundan, hiç olmadığı kadar uzun ve deliksiz bir uyku çektik.

Bu bizim hayatta kalma yolumuz oldu. İhtirasımızı sık sık doyuruyorduk ve kız çabuk gebe kalıyordu. Düşürdüğü bebekler kanımızı canlandırana kadar fare ve böceklerle idare ediyorduk. Sonunda iyi bir şey geleceği için beklemek güç olmuyordu. Fakat, iyi şeylerin uzun sürmediğini anlamam için bir yıl geçmesi gerekti. Son bebeğimizden sonra kız yaşlı gözlerle, bu hasat işine daha fazla devam edemeyeceğini söyledi. Gözüm döndü; nihayetinde bu ikimizin de yaptığı bir şeydi ve ben de üzerime düşen görevi hakkıyla yerine getiriyordum. Ne kadar yalvardıysam ikna edemedim ve… Eh… Kızın eti bana sadece birkaç gün yetebildi.

Açlık… Umutsuzluktan bile daha acıtıcı bir şey. Sanki koca bir bıçak bedeninizi baştan aşağıya yarıyormuş ve kurumuş organlarınızı yerinden söküyormuş gibi. Buna daha fazla ne kadar katlanabilirim bilemiyorum. Bir zamanlar çok korktuğum ölüm bile şu an güzel gözüküyor. Hem umut olmadan yaşamanın ne amacı var. Kafamdaki sesler uyumama bile engel oluyordu “Bırak kendini… Vazgeç…”. Zaten vazgeçmiştim ama kendimi nasıl yok edebilirdim ki?

İşte bunları düşünüyordum, onları gizlice izlerken. Yaktıkları ateşin etrafına oturmuş, uyuşmuş gibi alçak sesler çıkararak alevlere bakıyorlardı. Kafam açlıkla boğuşuyordu ve her şeye bir son vermek istiyordum. Kararım kesindi, yem olmayı kabul ediyordum. Tek isteğim bunun kısa ve acısız olmasıydı. O duvarın arkasında ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum, önlerine bir kuzu gibi çıktığımda herhalde saatler geçmişti. Bana baktıklarını gördüm, tehdit içermeyen yumuşak ifadeleri vardı. İşlerini çabuk halletmelerini söylemek için ağzımı açtım fakat sesimi tanıyamadım; gırtlağımdan boğuk bir inleme çıktı. İsteyerek yapmamıştım, her şey o kadar doğal gelişmişti ki konuşmaya devam ettim. Biri elini uzattı, tuttum, sıcaktı. En son ne zaman sıcak ve canlı bir ete dokunduğumu hatırlamaya ça
lıştım. Alevlere baktım ve sonra zihnim bulandı…

Şimdi yalnız değiliz. Artık buradayız, varız, hep vardık. Evimiz dediğimiz üssü sonuna kadar korumaya yeminli bireyler, tüm kapılarımızı kilitli tuttuk; onlar girmeye çalışsalar da başaramazlar. Her gün ve gece dışarıdan gelen seslerini duyduk, ısrarcı ve baştan çıkarıcı. Ve yemin ettik; birini bile içeri almayacağımıza dair…

Eskici

Çocuk süt içmeyi sevmez. Arkadaşıyla birlikte lego oynamakla meşguldür. Annesinin ağzına dayadığı sütü elinin tersiyle iter, kafasını yana çevirir. Anne sinirlenir. Ona yıllarca bakmıştır, büyütmüştür, boklu bezlerini yıkamıştır. Karşılığında oğlu beş saniyesini ayırıp da sütünü içmeye tenezzül etmiyordur. Şu çocuklar ne kadar da nankördür. Anne önce çocuğun “sidik yarışı” merakını kullanır: “Bak, arkadaşın süt içmeyi çok seviyormuş, her gün sütünü içermiş, di mi Abdullah?” “Övöt töyzö!”

Bu yöntem işe yaramayınca anne bu sefer de oğlunun “paylaşmaktan nefret etme” özelliğini kullanıp çocuğun tapulu malı olan sütü arkadaşına ikram etmekle tehdit eder: “O zaman ben de Abdullah’a veririm. Apocuuum, iç bakıyım oğlumun sütünü.” Çocuktan yine bir tepki gelmez. Anne, sütü Abdullah’ın elinden zar zor kurtardıktan sonra sinirlenmeye başlamıştır, sert oynamaya karar verir. Anne bilmez ki çocuk; sütü kaynar bir içecek olduğunu sandığı için içmek istemez. Küçük bir hayvanı öldürebilecek sıcaklıktaki sütü anne bilerek soğutmamıştır, çünkü nereden öğrendiğini hatırlamamakla birlikte, soğuyan sütün vitamininin “kaçacağına” inanır. Bu vitamin nereye kaçar, atmosfere mi karışır, difüzyonla dağılmaya mı uğrar, onları hiç merak etmez.

Annenin yardımına sokaktan geçen eskicinin bilinmeyen bir dilde söylediği savaş çığlığı koşar:

“İeeskileralırımeskiciyyyya!”

Anne: “Bak! Eskici geldi işte! Sütünü içmediğini öğrenmiş. Çabuk iç sütünü, vallahi götürür sonra seni” diyerek kendi oğlunu, hem de yalan yere yemin ederek ölümle tehdit eder. O yaşta annesinin ve babasının her söylediğine inanan çocuk ise büyük bir korkuyla sütü kafasına diker. Önce elleri yanar çocuğun, sonra ağzı ve dili. Sütü yuttuktan sonra da yemek borusundaki acıyı hisseder. Ama en azından eskiciden kurtulmuştur. Nasıl bir istihbarat teşkilatı vardır ki eskicinin, sütünü içmeyen çocukları hemen teşhis etsin? Acaba evden birisi mi gammazlıyordur çocuğu, veya evi seyreden meraklı bir komşu? Peki devlet mi görevlendirmiştir eskiciyi: “Git, ne kadar sütünü içmeyen, uyumayan çocuk varsa getir. Madem büyümeye niyetleri yok, şimdiden imha edelim de arı ırkı yaratalım” diye?

Çocuk, uzun bir süre eskiciyi sadece “çocuk toplayan adam” olarak bilecektir. Ne kadar büyürse büyüsün ondan hep korkacaktır. Koskoca bir işadamı olduğunda bile eskicinin sesini duyunca irkilecektir. Ama olsun, sütünü içmiştir. Çocuğun psikolojisinin bozulduğuna değmiştir.Eskici ise, pencerenin dışında, bütün bu konuşulan komplo teorilerinden habersiz sokakta gezmektedir. Dört bisiklet tekeri üzerinde giden tezgahını azimle itmektedir. Apartmanın pencerelerinden seslenen kadınlara, eski eşyalar karşılığında plastik kova, leğen, mandal, lavabo pompası… arabasında ne varsa verir.

Üç bölüme ayrılmıştır arabası. Üstteki tezgahta; kenarlarda takas aracı olmak üzere arabaya özenle yerleştirilmiş naylon eşyalar, ortada ise evlerden aldığı eskiler, bozuk çamaşır makineleri, buzdolapları, ütüler, parçalanmış elbise dolapları bulunur. Eşya seçmez eskici, hanımlar ona ne verirse versin, yaylı kantarında tarttıktan sonra uygun karşılığını vererek hurdayı alır. Eskicinin dünyasında öncelikli olan ağırlıktır. Onun için eski bir lavabo, bir bilgisayardan birkaç mandal daha değerlidir. Arabanın üçüncü bölmesi ise alt kısımdadır.

Eskicinin gün boyunca takip ettiği bir parkuru vardır. Sokakların arasında dev bir tur atıp evine döner. Ama her gün farklı yönden tamamlar parkurunu; bir gün düz, bir gün ters. Böylece sabah erken saatlerde önünden geçtiği evlerde uyanmamış kadınlar varsa, ertesi gün aynı evlerden akşamüstü geçip kadınları uyanık yakalar, bu sayede parkurundan maksimum verim almış olur.

Akşam olduğunda fakirhanesine gelmiştir eskici. Kasabanın dışında, gecekondu-kulübe arası bir evde yaşar. Önce evin arkasındaki boş alana gidip o gün takasta kazandığı eski eşyaları yığar. Daha sonra arabasının tekerleklerini kontrol eder. Kasabanın taşlı topraklı yolları, tekerleklerin sabrını epey zorlamıştır. Lastikte veya tekerde herhangi bir sorun varsa, orada bulunan aletleriyle gerekli tamiratı yapar. Evin dışındaki işi artık bitmiştir.

Arabasının sığacağı şekilde sonradan genişletilmiş kapısını açar ve arabasıyla birlikte içeri girer. Evde onu bekleyen kimse yoktur. Ayakkabılarını çıkarır, lavaboya gidip elini yüzünü yıkar. Perdeleri henüz açmaz, çünkü önce yemek yemesi lazımdır. Tek odalı evinin mutfak köşesindeki dolapların birinden kocaman bir kazan çıkarır ve ocağın üstüne koyar. Kendisi tarafından kazana sonradan eklenmiş parçaların yardımıyla kazanı ocağa tutturur, yerinden oynamasın diye vidalarını iyice sıkar. Sonra bir şişe fındık yağının tamamını kazana boşaltır. Ocağı yakar.


Ocak kısık ateşte kazanı ısıtırken, eskici arabasının üçüncü bölmesini açar. İçinden dört yaşında bir erkek çocuk çıkarır. Çocuk baygındır, veya uyuyordur. Çocuğu görünce kendi boğazını tutar. Gün boyunca çocuğun sesini bastırmak için ne kadar bağırması gerektiğini hatırlamıştır. Ocağın üzerindeki dolaptan boğaz pastilini çıkarır ve ağzına bir tane atıp kutuyu yerine koyar. Sonra işine geri döner. Çocuğun giysilerini özenle çıkarır. Artık uyanmasını sağlamak zorundadır. Çocuğu ocağın yanına getirir ve bir iki tokat atar. Çocuk kendine gelince sakalla kaplı suratı, kapkara gözleri, paçavradan giysileri ve kesif ter kokusuyla eskici amcayı görür. Eskici amcayı ilk olarak sokakta görmüştür. Ona arabasının altına bir top kaçtığını, kendisinin oraya girmek için çok büyük olduğunu söylemiş ve çocuktan yardım istemiştir. Çocuk da topu almak için “üçüncü bölme”ye girince bölmenin kapağı kapanmıştır. Çocuk uzun süre ağlayıp sızlamıştır ama sesini kimseye duyuramamıştır. En sonunda da sıcaktan bayılmıştır.

Karşısında eskiciyi gören çocuk tekrar başlar ağlamaya. Bu sefer eskicinin bağırıp çocuğun sesini bastırması gereksizdir, çünkü etrafta çocuğu duyacak kimsecikler yoktur. Güçlü kollarıyla çocuğu belinden kavrayıp yukarı kaldırır, kazanın üzerine götürür. Kızgın yağın sıcaklığını daha havadayken hisseden çocuk, dört yaşında olmasına rağmen başına geleceklerin farkına varmıştır…

Eskici tam bir deneme yanılma uzmanıdır. Kurulacak ideal tuzağı, ocağa tutturulan kazanı, fındık yağını hep deneyerek bulmuştur. “Bugün sütünü içtin mi?” diye sorar. Çocuk “hayır” anlamında başını sağa sola sallar. Eskici çocuğu kazana bırakır. Kızgın fındık yağının içine düşen çocuk, normal bir insanın çıkaramayacağı tizlikte haykırır. Bu işi defalarca yapmış olmasına rağmen, yine de bu duyma sınırını zorlayan ses karşısında eskicinin tüyleri diken diken olur. Çocuk ilk olarak aşırı sıcağın etkisiyle gözleri aktığı için kör olur ve saçları tamamen erir. Beş-altı saniyelik canıyla çığlıklar atarak kazanın içinde debelenir, ama kazan devrilmez.

Kazanı ocağa tutturmak için sonradan eklediği parçayı da yaşadığı bir tecrübe sonrasında geliştirmiştir. İri çocuklardan bir tanesi, kazanın içinde ölmemekte direnmiş, üstüne üstlük çırpınırken kazanı devirmiştir. Halının üzerinde, üstünden araba geçmiş bir köpek gibi inlerken, eskiciye doğru emekleyip ondan yardım etmesi için yalvarmıştır. Rengi koyu kahve olmuş, saçları, gözleri ve dudakları erimiş, yürüyen tombul bir et yığınına benzeyen hali eskiciyi çok korkutmuştur. Eline rastgele geçen satırı çocuğa rastgele bir şekilde indirmiştir. Sırtına gelen satır çocuğu yere yıkmıştır. Eskici satırı geri çektikten sonra çocuk yattığı yerden, dudakları olmadan “Anne!” diye inlemeye devam etmektedir. Satırı iki eliyle kavrayan eskici, bu sefer çocuğun kafatasına inmiştir. Sıcaktan zaten erimiş olan kafa çaprazdan ikiye ayrılmış, iri çocuğun beyni dışarı akmıştır. Kafa, bu haliyle insan kafasından çok içinden kokoreç çıkan kesmece bir karpuza benzemiştir. Eskici, çocuğun kalan parçalarını iri bir kaşıkla temizlemek zorunda kalmıştır.

Çocukların pişerken uyanık olması gerektiğini de deneyerek öğrenmiştir. Kendisi sebebini bilmemektedir ama çocuk pişerken uyanık olunca eti eskiciye daha lezzetli gelmektedir. İşin esası, bilinci yerinde olan çocuk kızgın yağa atıldığı zaman tüm vücuduna yüklü miktarda adrenalin salgılanmaktadır. Bu da eti –eskiciye göre- daha lezzetli yapar.

Eskici aslında yamyam değildir. Normal insanlardan tek farkı; insan etinin tadına bakmış olmasıdır. İnsanoğlunun alışkanlıklarındaki en önemli faktör “deneme”dir. Normal insanların (ne demekse) tiksindiği çoğu şeye bağımlı olmak, aslında sadece bir kere denemeye bakmaktadır. Nar gibi kızarmış bir bacağın yanında rakı içmeyi sever eskici. Ama bunu deneyerek bulmamıştır, rakı zaten her şeyin yanında iyi gider.

Yemeğini bitiren eskici, yemek artıklarını çöpe atamaz. Çöpte bulunan bir bacak kemiğinin şüphe uyandıracağından korkar. Üzerinde yer yer et parçaları bulunan kemiği dışarıya, evin arkasına götürür. Orada bulunan hurdaları birer birer kaldırıp toprağa ulaşır. Evin arka duvarına dayanmış olan küreğini alıp toprağı bir güzel kazar. Kazı çalışmaları sırasında birkaç minik kemik ve kurukafayla karşılaşır. Bacağı açtığı çukura attıktan sonra çukuru güzelce kapatıp hurdaları yerine koyar. Böylece kemiğin üzerindeki et parçalarını topraktaki kurtlar yer ve doğadan alınan doğaya iade edilmiş olur. Bu işi her gün yapmak eskiciye zor gelmektedir ama bağımlısı olduğu taze eti yiyebilmek için buna katlanmaya razıdır.

Bir şeyi daha deneyerek bulmuştur eskici. Pişen çocuğun midesinde süt varsa, o süt kaybolmaz, yüksek ısıda ete karışır. Bu da etin tadını bozar, bebek maması gibi yapar. O yüzden eskici, sadece sütünü içmeyen çocukları yer…

Optimizasyon ;
korku hikayesi eskici, eskici hikayesi, hikaye oku, korku hikayeleri oku, hikayeler, korkunç hikayeler

The Asansör

Bak ama nereye getiricem lafı. Bi de öyle tipler var; vay efendim ben kanlı filme bayılırım. Girerler sinemaya kızla, çıkar çıkmaz ilk laf “Nasıldı abi kanlı sahneler? Adamın beyni patladı, muhahahaa.” Topluca film seyretmeye gidersin; korku filminin anasını bellerler. Her sahnede bi espri, bok var sanki “puhahaahaa zombiye bak eheeehe, adamın gafasını yidi”. İllaki popüler olduklarını, filmden korkmadıklarını gösterecekler ya. Bunlar ‘bana koymaz’cılar işte. Kendilerini bi bok sanıyolar, ne kadar aciz olduklarının farkında bile değiller. Sanıyolar ki bunlar taş gibi erkek, hiçbir görüntü koymaz, hiçbi şey korkutamaz bunları. “Bana koymaz!” koymaz demiyceksin abi, koymaz demiyceksin.

İşte ben de bu artislerden biriydim. Tam bir korku film manyağıydım. İnternetten minternetten araştırır, en kanlı film hangisiyse onu indirirdim. O zamanlar öyle piskopat bi adamdım. Ama Allah bi gün öyle bir aparkat koydu ki bana, şimdiki halimi biliyosun zaten. Kan görünce bayılan tiplerle daş… yani dalga geçerdim zamanında. Şimdi kan lafını duyunca nerdeyse komaya giriyorum. Ben böyle olacak adam mıydım doktor? Keşke bu artistler de yanımda olsalardı o gün, hepimizi birden çarpsaydı Allah Baba…

Zaten gün hiç güzel başlamamıştı. Önceki gece üçte yatmışım, nette işim vardı. Hesapta bugün Cumartesi, geç kalkıcaz. Ama mümkün mü? Sabahın on birinde çalıştırdı yine makineyi, manyak karı. Mecazi olarak söylemiyorum, kadın gerçekten manyak. Temizlik hastalığı var, her gün, HER GÜN iki kere elektrik süpürgesiyle evi bir saat dolaşır. Allah belamı versin bi kere gece dört buçukta yukarıdan çamaşır makinesi sesi geliyodu! Belki de yukarda bi haltlar yiyolardır, duyulmasın diye açıyolardır sesini. Neyse ölmüş kadının günahını almayalım. Laf aramızda şimdi düşünüyorum da, aslında iyi oldu geberdiği. Bunu kayıttan siler misin doktor?

Adını bilmiyorum. Ben ona “Ayşen’in manyak annesi” diyodum. Doğru bildin, Ayşen onun kızı, valla sen de cinsin be doktor. Altı yaşında bir kız çocuğu hayal et. Nası? Çok şirin değil mi? Peki şimdi de şirin olmayan altı yaşında bi kız çocuğu hayal et. Olmadı mı? Peki altı yaşında ve itici tipli bir kız çocuğu hayal et? Edemezsin doktor, boşuna kasma, gözlerinle görmen lazım. Onları üst katıma Allah Baba yolladı doktor. Onlar Allah’ın belaları. Kız her gün evine arkadaşlarını çağırır, ortalığı yıkar, annesiyle çığırışır, orgu açar ve sesi sonuna kadar açıkken rastgele düğmelere basar, saatlerce… Arada sırada at gibi koştururken yere kapaklanıp zırlamaya başlar, ama o o kadar da kötü değil, en azından o da acı çekiyor, katlanmaya değer.

Kadının manyaklığına şarkı bile yazdım, biraz arak oldu ama, söyliyim mi?
Göklere, göklere yükseltin,
Yükseltin bu güçlü sesiiiiiiii,
Ayşen’in manyak annesiiiii…

Her neyse senin kafanda bi fikir oluşmuştur. Kalktım yüzümü yıkadım, sonra balkona çıktım, temiz hava alıcam, hesapta tabi. Balkonun parmaklıklarına aniden BAM diye bişey çarptı. Korkudan geriye düşüyodum nerdeyse. Kadın bu sefer de halı silkmeye başlamış. Diyorum ya, şanssızlık falan değil, direk planlı programlı işler bunlar, kadın bilinçli ve sistematik olarak hayatımı mahvediyor. Ama o da ne? Halının ucu bizim balkona kadar sarkıyor. Her silkelediğinde bir saniye orda duruyor. Ben o halıyı bi çekiversem… Bu kadar temiz bir cinayet olabilir mi? Sana yemin ederim çok istedim. Bir saniye içinde her şey bitebilirdi. Hiç kimse farkedemezdi. Kadın halıyla birlikte aşşağı uçsa… kafa üstü arabalara çakılsa. Yapmıycaktım tabi ama, ben yine de bi etrafa baktım, kimse yoktu, ama tam aşağıda bizim araba varmış. Neyse zaten yapmıycaktım.


Evde de kahvaltılık yok tabi. Nefret ediyorum sabah kalkıp aç aç dışarı çıkmaktan. Ev halkı kimbilir yine nerde. Eve bi ekmek bıraksalar olmaz mıydı? O ekmeği bırakmış olmaları ne kadar önemliydi benim için biliyo musun? Hiçbir şey gelmiycekti başıma, eski hayatıma devam edecektim. Seninle hiç tanışmayacaktık. Öööööffff…
Dışarı çıktım, merdivenlerden zemin kata indim. Ve tam o sırada asansörün kapısı açıldı. Ayşen’in manyak annesi karşımda, o da markete gidiyo herhalde. Hızlı adımlarla arayı açtım. Girdim markete, ekmek bitmiş, o saate kalmaması doğal tabi. Bakkal bakkal dolaştım, uykum bile açıldı. En sonunda bayat mayat ayarladık bi tane. Yolda gelirken tam da onu düşünüyodum. Yani hayatımı zindan eden bu aileden nası kurtulucam diye. Ya gerçekten aslında iyi oldu doktor. İyi oldu kabul ediyorum, ama bende sevinecek kafa mı kaldı anasını satıyım? Hem zaten günah, belaya sevinilmez.

Apartmandan içeri girdim, bi yerlerden kadın konuşması geliyodu. Yine birileri birileriyle kavga ediyor diye düşündüm. Ama sesler birinci kattan geliyordu. Hiç aldırış etmedim. Asansörü çağırdım, daha doğrusu çağırmak için düğmeye bastım, çalışmadı. Aslında bizim ev ikinci katta, ama kavga eden karıların yanından geçmek istemedim. Tabi asansör bozuk olduğu için başka çaremiz yok. Dikkat ediyo musun, nası sistematik olarak bela çekiyo beni?

Birinci kata geldiğimde kimsenin kavga etmediğini farkettim, gürültüler asansörden geliyordu. Dışarıda iki karşı komşu, Fahrigül Teyze, bi de karşısında oturan kadın – her kimse - kapıyı açmaya çalışıyolar. Asansörün camı kırılmış. İçerde kim var dersin? Evet, Ayşen’in manyak annesi, artı Ayşen’in kendisi. Ayşen gözükmüyodu ama zırlamalarından içeride olduğunu belli ediyodu. Hala daha kurtulma şansım vardı, ama son şansımı da harcadım:

“Teyze uğraşma boşuna yine elektrikler kesildi herhalde, baksana ışıklar da yanmıyo zaten”
“Sen bi yukardan çağırır mısın çocuğum asansörü?” dedi teyze.

“Elektrikler kesikken nası çalışçak ki asansör?” dersin ama nah kafa kadında. İlla çıkacam o düğmeye basacam. E tabi ben de çıktım bastım, hiçbişey olmadı, indim aşağıya, “bastım bişey olmadı” dedim. “Olsun sen hepsini tek tek dene, bak kadıncağız fenalaşçak içerde” ne dersin ki? Gebersin, çok da umrumdaydı mı diycen? Elimde ekmek, çıkarsın üst kata üçe. Sonra dörde beşe. Salaklık bende kadının dediğini yapıyorum. Onuncu kata geldim…

Aşağıdan çook silik, belli belirsiz sesler geliyodu. Bağırış inleyiş panik falan, “dur yapma” gibi bi laf duydum bi de. Bi yandan da ağırdan alıyorum, kadın çeksin cezasını diye. O esnada elektrikler gelmiş. Ben nerden bilebilirdim ki? Bastım düğmeye… Sanki o düğme asansörün değil de çığlık makinesinin düğmesiydi. Bastığım anda yukarıya dalga dalga çığlıklar yükseldi. Ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kat göstergesinde “5” yazıyodu. Aman tanrım, resmen aşağıda milletin üzerine kızgın yağ döküyolar, karılar yine sebepsiz birbirine mi girdi acaba dedim. “6”, alt katlardan kapılar açıldı. “7” çığıran insan sayısı artıyodu, şimdi bi de merdivenlerde koşan ayak sesleri duyuyordum. Bu arada sanki biri osurdu, ama etrafta kimse yoktu ki, ben de artık biliyorum hötümün “8” ayarını. Nası görüş alanımın dışındaki bi insanın osuruğu bu kadar kesif kokar “9” ki? Ayak sesleri giderek yaklaşıyordu. Ve sonunda asansör geldi…Kapıyı tuttum, çektim. Kapının açılmasıyla birlikte dalga dalga bir koku yüzüme rüzgar gibi çarptı, kafamı çevirmek zorunda kaldım. Hani seksen yaşında nineler olur ya, ayda bir giysi değiştirir üç ayda bir yıkanırlar, görüntülerinden önce kokuları girer görüş alanına, işte aynen öyle bi koku. Sonra.. sonra ayakkabılarımın ıslandığını hisettim. Yere baktım……. yerde… yerde… bir kan gölünün üstünde durduğumu farkettim. Kapının aralığından dışarıya kan akıyordu. Ve ben kapıyı açmış bulunmuştum! Zaten bişeyi hep önce yapar sonra düşünürüm. Ne geldiyse başıma bu aceleciliğmden dangalaklığımdan geldi! Olanı biteni farkedemeden ayakkabımın üstüne bişey düştü. Ne düşmüş diye yere baktım. Sen bakmaz mısın doktor? Ayağının üstüne bişey düşmüş, bakmaz mısın? Ben de öyle yaptım, baktım, anasını avradını s.ktiğimin yerine baktım. Tam bir saniye boyunca onun ne olduğunu anlayamadım. Ayağıma düşen Ayşen’in annesiydi. O baktığım şey de dildi. Dilini görüyodum, dişlerini görüyodum, yemek borusunu görüyordum, kıllara benzeyen şeyler de saçları olmalıydı. Yukarısı yoktu. Çenesinin üstü yoktu. Yemek borusundan oluk gibi kan süzülüp dilinin üstünden, dişlerinin arasından yere akıyordu. Biliyorum yaşamasına olanak yoktu ama… canlı gibiydi; elleri kolları bacakları, elektrik çarpmış gibi saçma sapan titriyordu. Sanki Nükhet Duru yere yatmış dans ediyor. Her titreyişinde kan biraz daha tazyikleniyor, sonra yavaşlıyor, sonra tekrar… Kimse bana kalkıp “ben kanı vahşeti severim” demesin. Anasını s.kerim! Sen dersen senin de ananı s.kerim. O vücuda tam iki saniye baktım, ambale olmuş olmasaydım hemen çekerdim kafamı, ama yeterince bakmıştım, kusmaya yeterince, hayatımın geri kalanına yeterince. Kadının üstüne kustum, midem boştu, safra kusuyordum, kusacak bişeyim yoktu, hava kusuyodum. Nefes aldıkça kokudan midem tekrar kalkıyor, tekrar hava kusuyordum. Arkamdan koşarak geldiler en sonunda. Hepsi yetmezmiş gibi bu sefer de çığlıklar başladı. Çığıran insanlar beni kendime getirdi. Ayağımı geri çektim. Ceset yere düştü ve dil yana sarktı. Kafası tam ağzından parçalanmıştı. Bu da mı bi işaret sence? Sabah akşam ölmesini istediğim biri sonunda ölmüştü, ve ben buna rağmen şoktan titriyordum. Elimde ekmek, tuttuğum yerden parçalanmış, yürüyerek ikinci kata indim, ki zaten o asansöre bi daha binmedim. Her katın camında şerit şeklinde kan vardı. Her kat hafiften kokuyodu. Veya bana öyle geliyodu. O ekmeği hiç yemedim.

Sevdiğim biri olsaydı, sevdiğim birisi ağzından parçalanmış, beyni birinci katta dili vücudu onuncu katta aniden, lamba gibi ampul gibi üstüme düşseydi? İşte o zaman Ayşen gibi olurdum. Ben kesinlikle unutmuştum, ama o da o asansördeydi. Bir daha hayatı boyunca konuşmadı. Bense, şu fotoğrafa bak, bu iki sene önceki halim. Beş altı ay sadece ölmeyecek kadar yedim, ölmeyecek kadar uyudum. O günden sonra zaten hiç et yemedim. Keşke yaşadıklarımı anlayabilseydin, ne zaman cesaretlenip et yemeye kalksam eti ısırdığımda sanki o kadının cesedini çiğniyormuşum gibi geliyordu. Onun çiğ parçaları ağzımda dağılıyordu.

Devamlı çizgi film, Şaban falan seyrediyodum, başka hiçbir şey kaldıramıyodum. Şaban biraz kafamı dağıtıyodu, ama er ya da geç gece oluyordu, kendimle başbaşa kalıyordum… Toplam tam on bir kilo verdim. Sen de bana yardım edemezsen zayıflıktan ölücem.

Sonuç olarak, hep dilediğim şey gerçekleşmişti, ne yazık ki gerçekleşmişti. Şöyle bi laf vardır doktor bilir misin: “Care for what you wish, you just might get it” Bu arada belki ilerde bi zayıflama merkezi açarım, şok yöntemiyle garantili zayıflama…

Optimizasyon ;
the asansör,korku-hikayesi,korkunc-hikayeler,hikaye,hikaye-korku, theasansör,korku-18

Genel Optimizasyon

korku korku ogrish ogrish giyotin giyotin kafa kesme kafa kesme korku videoları korku videoları korkunç korkunç korku izle korku izle otopsi otopsi korku sitesi korku sitesi korku siteleri korku siteleri korkunç videolar korkunç videolar otopsi otopsi izle izle izle video video youtube youtube izlesene izlesene korku hikayeleri korku hikayeleri video izle video izle kafa kesme izle kafa kesme izle infazlar infazlar dehşet dehşet hayalet hayalet işkence işkence sezeryan doğum sezeryan doğum doğum izle doğum izle ruh çağırma ruh çağırma satanizm satanizm satanist satanist satanistler satanistler kürtaj kürtaj